Seken Zaman
Resim: Deniz karakurt
Öykü: Halil çamay
“Hatırlar
mısın, ben Karşıyaka vapuru ile geliyordum, sen Konak İskelesi’nde bekliyordun?
Üzerinde sabah seçtiğimiz o mavi elbise vardı. Vapur iskeleye yaklaştıkça yüzün
beliriyordu. Vapurun iskeleye daha yavaş yanaşması için dua ediyordum. Her
salise sanki biraz daha aydınlanıyordu yüzün. Sanki vapur iskeleye değil de,
güneş sana yaklaşıyordu. Ben vapurdan indiğimde sen salt bir ışık kesilmiştin.
Elimdeki koliyi yere bıraktım ve sımsıkı sarıldık birbirimize. Sanki birkaç
saat önce ayrılmamışız da yıllarca hasret kalmışız gibi.”
Bir
bahar günüydü, İzmir’di. Her yer İzmir’e kesmişti, hava ılıktı. Bir kitapçıda
oturuyordum, kitaplar İzmir’di. Dükkân kitap kokuyordu, o geldi. Öylece
geliverdi işte. Bir yaz gibi değil, bir kış gibi değil, bir insan nasıl gelirse
o da öyle geldi. Ben kendimden gittim. Kapıdan giriverdi birdenbire sanki
ışıklar da geldi. O geldi ben gittim. Bedenim oradaydı aklım gitti. Aklım
nereye gittiyse onu da alıp gitti. Kitaplar sordu, kitaplar aldı,
gülümsedi, yüzünü ekşitti, kitapları kokladı. O, kitaplara baktıkça yüreğim
kitap oldu; o dokundukça yüreğim gram gram eksildi; o kokladıkça yüreğim
yaseminden kekiğe kesti. Çantasından para çıkardı, yüreğim para oldu. Para üstü
aldı, ben para üstü oldum. Çıktı gitti bedenim beni sürükledi, bütün çarşıyı
dolaştı, peşinde dolaştım. Yüzük oldum, küpe oldum. Zerzevatçıda zerzevat,
manifaturacıda manifatura oldum. Her dükkândan benden bir parça aldı. O
yürüdükçe cadde de yürüyordu. Ben de yürüyordum, yüreğim arada duruyordu.
Mahallesine gitti bakkal oldum. Toz şeker, ekmek ve peynir oldum. Arada bir
uğradığım kitapçı dostumun müdavimi oldum. Kimdir nedir öğrendim, kimini
kimsesini öğrendim. Âşıklar Caddesi’nde bijuteri idi, müşterisi oldum.
Kocasından ayrı, çocuklu idi, kocaman bir çocuk oldum. Bir dost
meclisinde karşılaştık, kalbim de karşılaştı. Ben elimi uzattım, kalbim
avucunda atıyordu. O elini uzattı, eli soğuktu. Sonraki karşılaşmamızda
sinemaya gittik, sinemada fasulyeden bir film oynuyordu, fasulye oldum.
Sinemadan
Çıktık,
sevgili oldum…
Zamanın
bir yerinde buluştuk. Yirmi bir yıl öncesiyle ve yaşanmışlığımızla… Zamanın bir
yerinde, içinde…
“Hatırlar
mısın ben Karşıyaka vapuru ile geliyordum?”
Hatırlamaz
mıyım, diyor, hiç unutmadım ki…
Arkasından
kötü anılar sarıyor her ikimizi de, başlarımızı öne eğiyoruz. Bir deli çığlık
geliyor sonra, geçmişin hayaleti gibi; bir panik atak nöbeti. Korkuyla büyümüş
gözler, gözyaşlarım…
Dolabımda
sararmış mektuplar, fotoğraflar…
Yirmi
bir yıl sonra yüzleşiyoruz sanki. Başlarımız öne eğik, duruyoruz öyle; sanki
başlarımızı kaldırsak an bozulacak gibi…
Ayrılığın
en kötü yanı ruhun ayrılamaması, anılarla yaşamak; dolaptaki sararmış
mektuplar, fotoğraflar… Birbirinizde kalan eşyalar… Saç tokası, birkaç kitap,
el yazısı, kalem açacağı… Belki bir atlet, kazak, ilaçlar…
İlaçlar…
Panik atak nöbetleri… Sevdiğinin, canını verecek kadar sevdiğin birinin bir an
bile olsa senden korkmasından daha büyük bir işkence var mıdır dünyada?
İnsanın
her zaman taşımak zorunda olduğu bir yüktür geçmiş. Kimileri içinse, güzel
anılardır; ama bizim için acıydı. Belki güzellikler kimsede bizimki kadar yoktu
ama acılar da yoktu. Zaman dursaydı diye düşünüyorum o gün. O vapur iskeleye
hiç yanaşmasaydı.
Ben,” Hep
dokuz yaşına takılı kaldım tatlım.” diyor. Kendisi yanımda ama konuşmuyor.
Geçmişin sesini duyuyorum zihnimde. Dokuz yaşımda durdu zaman. Dokuz yaşım, ilk
yaralarım… Salyalar, alkol ve sefalet kokan nefesler… Dokuz yaşım… Ben
dokuz yaşına takılı kaldım.
Onun
dokuz yaşında yaşadıkları, çocukluğunu sürekli istismar eden anıları, saatlerce
banyoda teni kırmızıya dönüşünceye dek yıkanmaları… Böğüre böğüre kusmaları,
korkuları… Benim her uzun ve içli bir ezan sesi duyduğumda, modumun düşmesi,; tüylerimin
dikilmesi, kendime lanet edişim… Onunla bir bütün olmuştuk ama olduğumuz şey
bir mutsuzluklar bütünüydü. O, arada konuşabiliyordu; dile getirebiliyordu
yaralarını. Ben susuyordum. Konuşursam bir şeyler dağılacak sanıyordum, bir
şeyler yıkılacak. Benim suskunluğumu neye yorumladı bilemedim hiçbir zaman ve
bir gün gitti, yok oldu!
Onu
aramadım, arayamadım. Adresi zihnimde bir yerlerdeydi ama aramadım. Dönmesini
bekledim, beklemekten yorulana kadar… Dönmedi.
Zamanın
bir yerinde buluştuk. Yirmi bir yıl sonra… Zaman kavramının ötesinde…
Konuşmak
istiyorum. Artık susmak istemiyorum, ona anlatmak, yaralarımı göstermek, içimi
dökmek, konuşmak istiyorum. Benim de çocuk olduğumu söylemek…
Başım
önümde konuşmaya başlıyorum. İsmini söyleyerek. Oysa “sevgilim” demek isterdim,
diyemiyorum. Hayatım, özlemim, hasretim… Hiçbir şeyim diyemiyorum. O hep
korkuyor. En iyi yaptığı şey. Ne desem korkacak, biliyorum. Bir şeyim olmaktan
korkacak. O yüzden ismini söyleyerek giriyorum söze. “Ben on yedi yaşımdayken
öldü babam.” diyorum. İlk cümlede doluyor gözlerim, boğazım düğümleniyor. O an
babamın ölümünü kimseye anlatmadığımı anımsıyorum. Ağlamamaya çalışırken bir
yandan da şaşkınlık yaşıyorum. Onun bana sarılmasını diliyorum. Sarılsa ve doya
doya o güzel omzunda ağlasam istiyorum. Sarılmıyor. Susuyorum bir süre. Bir
sigara yakıyorum. Bir tepki vermiyor. Anlatmaya devam ediyorum. Sigaradan güçlü
nefesler çekip , “Bayramdı, Kurban Bayramı... Misafirimiz vardı. Bayramın
ikinci günü, akşam saatinde, misafirimiz akşam namazını camide kılmak istedi ve
beni de davet etti.” Yine düğümleniyor boğazım. Gözlerimde ateş hissediyorum,
öfkeleniyorum. Birkaç güçlü nefes daha çekip, göz ucuyla ona bakıyorum. Başı
diğer tarafta, ufku seyrediyor. Otuz yıl öncesini yaşıyor, misafirimize
kızıyorum. Hiç tepki vermiyor. Birbirimize bakmıyoruz, bakamıyoruz sanki. Ara
sıra sigara yakıyoruz, birbirimize ikram etmeden. “Cami çıkışı kardeşim geldi
nefes nefese.” Bir anda yok oluyor anlatma isteğim. Onun tepkisizliğinden mi,
otuz yıl önceki misafirimize aynı hiddetle kızdığımdan mı bilmiyorum, anlatmak
istemiyorum. “Babam kalp krizi geçiriyordu. Hastaneye yetişemeden yolda öldü.”
deyip susuyorum. Bir sigara daha çıkarıp diğer sigarayla yakıyorum. Konuşmak
gelmiyor içimden. Uzun süre susuyoruz. O ufku seyrediyor, ben toprağı. Orada
kalışımı düşünüyorum, otuz yıl öncesinde. Babam müteahhitti. Ben babamla
çalışıyordum, bana bir motor bisiklet alacaktı bayramdan sonra. Çok istiyordum
bunu. O zamanlar MZ marka motor bisiklet vardı birçok kimsede. Motor bisikletin
sevinciyle ne derse yapıyordum. Misafirimizle camiye gitmem de o motor bisiklet
içindi... Misafir beni camiye davet ettiğinde babama bakmıştım. Babam bir şey
söylemedi ya da bir işaret vermedi ama gitmemi istediğini biliyordum. O diğer
misafirlerle oturuyor, gelen gidenle ilgileniyordu. O yüzden onun evde olması
gerekirdi. Otuz yıldır ara ara bunu sorgularım, ne işim vardı camide? Sanki
orada olsam babam ölmeyecekmiş gibi gelir. Bana motor bisiklet sözü vardı. Hiç
motor bisikletim olmadı ve hiç büyüyemedim. Ona bunları anlatmıyorum. İçimden
anlatmak gelmiyor artık. O da sanırım ilgilenmiyor. “On yedi yaşımda kaldım
ben… Büyüyemedim.” diyorum, mırıldanır gibi.
Ben, “Dokuz
yaşımda takılı kaldım.” diyor yine geçmişin sesi. Belki de dokuz yaşında
büyüyüverdi. O takılı kaldığını sanıyor ama dokuz yaşından sonra hiç çocuk
olmadı.
Sırtını
duvara verip çöküyor. O zaman bakıyorum ona, güneş yine yüzüne vuruyor ve yine
yirmi bir yıl önceki gibi ışıklara bezeniyor. Ben de yanına çöküyorum. Yerden
bir çöp alıp toprağı karıştırmaya başlıyor. “Büyüyememek çok kötü.” diyor.
Benden on bir yaş büyük. “Yine de ben senden sekiz yaş küçüğüm.” diyor,
gülümsüyor. “Biliyorsun, ben dokuz yaşındayım.” Elindeki çöpü ileriye atıyor.
“Küçücüğüm ben.” diyor. İçime bir şeyler akıyor. Bir sigara çıkarıp, yüzüme
bakmadan bir tane de bana uzatıyor. “Oğlum evlendi.” diyor. “Bir torunum var.
Yaşlandım artık, çok yoruldum.” O sırada her ikimiz de kendi çakmağımızı
çıkarıp, kendi sigaralarımızı yakıyoruz. Bir süre daha susuyoruz. Merakımı
gidermek mi istiyor, yoksa anlatma gereği mi bilmiyorum. “ Artık bana
ilişmiyor. Aynı evde ev ortağı gibi yaşıyoruz.” diyor. Eski eşiyle tekrar bir
araya geldiklerinden bahsediyor. “Bana iyi davranıyor, o da yaşlandı, o da
yoruldu. Zaman bize galip geldi. Ne büyük hayallerimiz var, ne de hayal kuracak
enerjimiz. Vakit öldürüyoruz artık. Bulmaca doldurmuyoruz
da, kitap okuyoruz.” diyor. “Barış, savaşın olmaması demek değildir.”
diyorum. Ağzımdan çıkıveriyor, Spinoza’nın söylemi. Susuyor biraz, düşünceleri
arasında bir şey bulmak ister gibi. O zaman başını kaldırıp yüzüme bakıyor. O
güzel dudaklarını bükerek, “ Basit, güncel kitaplar..” diyor. Gülümsüyor ,
“Spinoza, Nietzsche değil… İsimlerini bile hatırlamıyorum yazarların,
vitrindeki kitaplar işte, ne diyorlar onlara: bestseller…” Sağını solunu
aranıyor, aradığı yine toprağı kazacak bir çöp. Kalkıp attığı çöpü
getirmiyorum. Yüzünü yüzüme dönüp bir süre yüzümü inceliyor, ben de onun. Göz
göze geliyoruz, gözlerine bakabiliyorum. Oysa onun gözlerine bakarsam kalbimin
duracağı korkusuyla dakikalardır toprağa bakıyordum. Gözleri yine aynı, ışıklı
ve yorgun. “Yirmi bir yıl!” diyor. Yine önüne dönüyor. Sigarayı atıp ellerini
dizleri üzerinde buluşturuyor. “Keşke o vapur o iskeleye hiç yanaşmasaydı.”
diyorum. “Keşke ben de o iskelede hep bekleseydim.” diyor. Sağ eli sol elinin
parmaklarıyla kenetleniyor. “Şansımız yoktu.” diyor. “Hiç şansımız yoktu.”
Yirmi bir yıl sonra bizim hakkımızda söylediği bu oluyor. “Şiirlerin bana hep
geldi.” diyor, “Seni şiirlerden izledim. Birçoğunda bizden bahsediyorsun.”
Ayağa kalkıyor. O zaman korkuyorum. Omzuma dokunuyor, ben de kalkıyorum. Yüzüne
bakamıyorum. “Hiç şansımız yoktu, inan.” diyor. Parmak uçlarıyla çenemi tutup,
kendine çeviriyor. “Havaya atılan bir taş düşünebilseydi, kendi isteğiyle yere
düştüğünü sanırdı, der Spinoza.” diyor. Yüzüne bakıyorum o zaman. Yine
korkuyorum. “Biz taş değiliz, düşmek bizim seçimiz miydi, bizi havaya atanların
mı? Bunun kritiğini yapabiliriz.” Yanağıma bir öpücük kondurup kulağıma “Hiç
şansımız yoktu, inan!” diyor fısıltıyla. Bir süre başı başımın yanında, nefesi
kulağımda kalıyor öyle. Boynumu koklamayı çok severdi. Yine boynumu kokluyor.
Kendini çekip gözlerime bakıyor. Gözlerinde anaç bir şefkat ve özgüven
görüyorum. Şefkat ve özgüvenin arkasındaysa çakmak çakmak bir öfke… Sol elinin
parmaklarını dudaklarımda gezdiriyor kısa bir süre ve usulca ayrılıyor
yanımdan. Usul usul dokuz yaşına doğru gidişini izliyorum. Bu defa gidişini… Yirmi
bir yılın kamburunu göremiyorum sırtında. Caddeye çıktığında dönüp bana
bakıyor, başını hafifçe oynatıyor selam verir gibi ve caddenin köşesinden
kayboluyor.
Eliz edebiyat dergisi
Haziran 2021 sayısından
Sevdiğinin, canını verecek kadar sevdiğin birisinin bir an bile olsa senden korkmasından daha büyük bir işkence var mıdır dünya da?
YanıtlaSilTeşekkürler
SilYaşanamamışlığın güzel bir anlatımı olmuş. Kaleminize sağlık...
YanıtlaSilTeşekkürler
SilYaşamak isteyip ama yaşayamadıklarımız ya da yaşamak istemeyip yaşadığımız acılar.İçimizde bir kor gibi bizi yakan duygular.Çok güzel bir anlatım.Tebrik ediyorum.Özellikle maddesel olanlara bürünme bölümlerine bayıldım.Yüreğinin kitap olması, yasemin kesiğine bürünmesi arkası arkasına kişinin kendisini bir şekle sokması kısmı muhteşem Halil Bey👏👏
YanıtlaSil