Kayıtlar

2020 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Şiir dediğin birkaç imge mi?

Resim
  Şiir dediğin birkaç imge mi sıradanlığa dönüşen?  ben senin hiç sıradan olmayışını seviyorum demiştin bir sahil kafeteryasıydı bir yaz akşamıydı ve birlikte yaşlanmaktı düşlediğimiz…  Bu halimi görseydin…  Saçma bir dünyaya açılan pencerenin önünde durmuş şiirlerimi pazarlamaya çalışıyorum karşımdaki edebiyatı kurduğu birkaç cümleden sayan, bir az gelişmiş bense sıradan insanlar gibi yaşayamayacak kadar korkak yazdıklarının arkasına gizlenmiş bir yaşam suçlusu Şiirlerimden bahsediyorum yazıyorum diyorum yazıya bağımlı yerlerimden nefret ederek kalite-kalite, sınıf-sınıf ayrıştırılırken yazdıklarım iyi beslenmiş Neandertal yazı tüccarının ellerinde.  yazıyorum diyorum…  gözlerimde öfke, dudaklarımda titreme…  Şizofrenik bir sevda imgelerle aramda  uzun soluklu cümleler kurup soluksuz şiirler yazıyorum  Sylvia plath a âşık oluyorum soluk soluğa Nilgün Marmara ya Virginia wolff a Ve madame Bovary’e…  Edebiyat dediği

Zühal yıldızı

Resim
“Hoş geldin.” dedi çocuk, “Geçmiş olsun.”.  “Hoş bulduk” dedi adam, “Nerelisin?” Memleketini söyledi çocuk, aynı ilçedendiler, “Ben de oralıyım” dedi adam. “Kimsin, kimlerdensin?” Kim olduğunu söyledi çocuk, kimlerden olduğunu. O zaman elindeki eşyaları bırakıp, dikkatle baktı çocuğa adam, bir Zühal yıldızı parladı kafasında. Yıllardır göklerde dolanan ve yıllar öncesine ait bir Zühal yıldızı… Sanki bir anda hazırlıksız yakalayıvermişti o yıldız adamı, bir taş meclisinde beton yığınları arasında… Uzun zamandır göklerde, uzaklarda; sakin sakin salınan yıldız, bir anda top mermisi gibi düşüvermişti zindanın orta yerine. İyice baktı çocuğa adam, dünyanın en saf ve berrak gözleri vardı çocukta, ruhu görünüyordu. Zühal yıldızı gibi uzak ve berrak. Bu lanet zindanda ne işi vardı bu çocuğun?  “Zühal?” Dedi adam, “Halam.” dedi çocuk. Ağzından çıkan her kelimeyle yüzü daha masum bir hal alıyordu. “Çocukluk arkadaşım.” dedi adam. “Mutlu mu?”. Evlenip ayrıldığını ve bir ilköğretimde müdür muavini

Derin Nil

Resim
  Sen Bach dinliyordun Antuan kilisesinde Ben Hatırlamaya çalışıyordum müziği İçerde…   Su. Belki yağmur belki kış Kuş Belki yalnızca iz Kuş ölür diyor ya füruğ Geriye kalan yalnızca iz, Oysa burada her şey mahsus mahal…   Kafamı kaldırıp göğe Görmek istedim Nihavendi ölü bir kuş resmi Geriye kalan yalnızca, Kanatların kırık dansı İz…   Mahsus mahalde her şey biraz buruk Kırık Akneli   Burada en büyük hediye Bulutlara çizilmiş kuşların uçuşu Saatlerin dakikaların akışı Burada en büyük hediye Bach dinleyebilmek bir gazete kupüründen Yağmurun sesinden Mazgalın gürültüsünden    Burada en büyük hediye Unutabilmek sıradan şeyleri Bulutlara çizemediklerimizi Halil Çamay (Üvercinka dergisi 2020 nisan sayısından)

YELKOVAN DİKENİN GÜNÜ

Resim
Resim: Aysun Pakalın                                             Önce bir damla kan düştü toprağa Bir çocuğun küçücük bedeninden Ardından yaşlı bir kedinin başı Havada asılı kaldı haykırışa dönen miyavlaması Şeytanın ve yelkovan dikeninin günüydü Sokağın bir ucundan diğer ucuna, İçleri muhafazalı buz kutularına boşaltılmış Cesetlere takılmadan Geçip giden yelkovan dikeninin günü Rüzgârın oynaştırdığı çivisi çıkmış kapıların gıcırtısıydı Ölüm sessizliğini bastıran  Belki de asil Irak’lı isyancıların son sözleri; “ ölmek değil bizi endişelendiren, cesetlerimizin ahvali…”  olmalıydı. Ardından bir papazı çarmıha gerdiler Pontus’ta Ve Aydınlığa bir kurşun sıktı Konstantinopolis’te bir Pontus’lu Sessiz çığlıklar gibi uzandığında sokak ortasına, Ahparig pabuçlarıyla aydınlık; Sözcüklerinden arta kalandı üzerine örtülü gazeteler. “Tanrıların bahçelerinde oynayan küçük çocuklardık” demişti “Oyunumuzun adı ölüm…” Önce çocuklar öldü bu oyunlarda Sonra bilgelerin ettiği sözler… Soka

ZEYTİN’İN İLMİ-HÂLİ

Resim
Fotoğraf: Didem Altunay. Datça domuz çukuru limanı Bütün Akdeniz, heykeller, palmiyeler, altın kolyeler, sakallı kahramanlar, şarap, fikirler, gemiler, ay ışığı, kanatlı gorgonlar, bronz adamlar, filozoflar, tüm bunlar dişlerin arasındaki kara zeytinin ekşi, sert tadından çıkmış gibi. Etten ve şaraptan daha eski bir tattan. Soğuk su kadar eski bir tattan. Lawrence   Durrell Yıllar yılı beyaz bir güvercin ağzında zeytin dalıyla süzülsün diye, sürdük yaşam tarlasını. Otları taşları temizledik, ellerimiz ayaklarımız nasırlara gark oldu. Umut ettik ki; ağzında zeytin dalıyla bir beyaz güvercin, göklerden barış getirecek; yanıldık!    Oysa zeytin ağacı, tüm kutsal kitaplarda kutsallığın, bolluğun, adaletin, sağlığın, gururun, zaferin, refahın, bilgeliğin, aklın, arınmanın ve yeniden doğuşun, kısaca insanlık için en önemli erdem ve değerlerin sembolüdür. Cennetin iki ağacından biridir. Ağır başlı bir sükûnetle, yaşamın izleyicisidir. Tüm medeniyetlerin koruyucusudur. Tüm inançların ni

BİR KENTİN SESİ OLAN ŞİİRSEL ÖYKÜLER

Resim
Sesini 'derinde' taşıyan edebiyatçı, okuruna geç ulaşır. Okur için 'okuma eylemi' yetmez. Zahmetli bir yolculuğu göze alırsa, o 'geç buluşmada' şairin 'derin sesine' ulaşabilir. Uzun yıllardır şiirlerinden tanıdığım, gençliğimin ilk şairlerinden Rahmi Emeç, ilk "öykü" kitabını çıkardı. Daha önce dört şiir kitabı yayımlayan Emeç, 80'lerin başında çıktığı yolculuğuna öyküyle devam ediyor. Şiirsel dil, "Masallar Mektuplar ve Kuşlar"da da kendisini gösteriyor, şiir'in günlük dili kırıp, çokanlamlı bir katmana varan yoğunluğu, öykülerine sinmiş durumda. Geleneksel öykü kalıplarına alışmış okur, dilsel olduğu kadar, kurgusal olarak da bu öyküleri yadırgayabilir. Bir olay örgüsünden ve öne çıkan 'kahraman profilinden' uzak, çoğunlukla iç konuşmalarla ilerleyen öykülerde, belli bir karakter, belli bir kimlikten çok, "insan"ın kendisini görüyoruz. 'Durum öyküsü' olarak da adlandırılabilecek bu metinlerde

AŞK DEDİĞİN HARAM OLUR

Resim
AŞK DEDİĞİN HARAM OLUR  Hayatın birçok renkleri vardır. Renk renk çiçekleri, her rengin ayrı kokusu ve her kokunun sunduğu farklı düşleri… Edip Cansever’in “ Kırmızı yanlışlıklarımı çok severim” sözüne rağmen bizim rengimiz kırmızı, çiçeğimiz gelincik ve düşlerimiz devrimdir. Gözlerimizi saldık mı uzak ufuklara; kırmızı yapraklı, siyah perçemli, sarı tomurcuklu gelin çiçekleriyle bezeli bir orman düşleriz. Severiz kırmızıyı. Ama bu sevme, bizi “Renkleri tek tek alırsan hepsi birer tarikat” dizesiyle “uyaran”, Cemal Süreya'ya da yolumuzu düşürür. Ve renkler bacayı sarar… Yine de biz, rengârenk düşlerimizi ak kâğıtlara sararız ve şiir olur, aşk olur. “Aşk dediğin haram olur” adlı kitabındaki rengârenk şiirleriyle selamladı bizi Sezai Sarıoğlu. Taşın yaşı, çocukların taşı Zamanın bazı taşları yaşlarından evvel yerlerine oturmak zorunda kalır. Bir duvarda binanın yükünü yüklenir ya yeni oluşmuş bir taş, acemi yapı ustasının ellerinde. Oysa kısa süre de darmadağın olur, ufalanı

Şiir adımlarıyla sürgün

Resim
 Müzik, şiir  ve ışık tanrısı Apollon geçti karşımıza ve bizlere bir oyun önerdi,  tapınağının gölgesinin düştüğü yere bir demet şiir bırakıp “buraya ilk ulaşan şiiri alacak” dedi. Nar baba (Sezai Sarıoğlu) ellerimizden tuttu ve el ele koşturduk tapınağın gölgesine. Hepimiz demetten birer şiir aldık! Nar baba dönüp Apollona, “buna Ubuntu denir” dedi. Sonra Apollon dahil hepimize Ubuntuyu anlattı. “Kocaman kırmızı bir afrika haritasının altında küçük siyah bir lekedir Ubuntu.  Oysa ben biz olduğumuz zaman benim!” öfkeyle kükredi Apollon ve sürgün kararımızı verdi şiire. “Bundan sonraki yaşamınız salt şiir olacak!” dedi Bir yanımızda Cemal Süreya; oturmuş apartmanın merdivenlerine, Tomris Uyar gülümsüyor pencereden aşk haline. Diğer yanımızda Nazım; yatırmış gözlerini karşı kıyıdan, Karadeniz'in azgın sularına, memleket kokluyor.  Öbür tarafta; gencecik yüreği, güneş gibi yüzü ve yaşam ağrılarıyla Didem Madak. Karşımızda, şiir kokan sakallarıyla nar baba, sürüldük şiire! Her Perş