Kayıtlar

Süryanilerde Felsefe

Resim
   Süryanilerde Felsefe \ Halil Çamay Süryani (Suryoyo) adı ilk defa ne zaman ve nasıl kullanıldığı; hangi kimlik ve tanımlara karşılık geldiği, Süryani araştırmaları uzmanları tarafından tartışma konusu olmuş ve çeşitli tezler ileri sürülmüştür. Bu tartışmalardan çıkan genel sonuçlara göre Süryani adı, Mezopotamya da    hüküm süren bir krala veya coğrafi bölgeye nispetle kullanılmıştır. Bir görüşe göre Süryani adının Pers krallarından Koreş (M.Ö. 550-520) in adından geldiği, başka bir görüşe göre Suriye ve Mezopotamya da    hüküm sürmüş, Antakya kentini kurucusu, Aram kralı Suros tan gelmiştir.    Bu konudaki çeşitli tezlerden anlaşılıyor ki, ilk dönemlerde etnik bir tanımlama olan “Süryani” adı, daha sonra dinsel bir kimlik tanımlamasına dönüşmüştür. Bu çalışmanın temel amacı, Süryanilerin adı ve kökeni hakkında yapılan araştırmaları tespit ve tahlil etmek değil, Süryanilerin Grek, Pers ve İslam düşünceleri arasındaki felsefi etkinlik bakımından önemini ortaya koymaktır. Süryanilerin

Sevmek Zamanı

Resim
 “Doğu dünyası gövdenin tatlı anarşisinden haz almaz, çünkü gövdeyi aşmıştır!” (Lawrence Durrell.    İskenderiye dörtlüsü. Justine.) Sessiz sakin yaşamlar vardır, içe dönük insanlar! Onları bir baloda göremezsiniz... Bir okey masasında, bir siyasi partinin yönetim kurulunda... Kendilerine has yaşamlarıyla, kendilerine ait dünyaları vardır! O dünyadan içeri giremezsiniz... Onların duvarları vardır, o duvarları yıkamazsınız! O duvarlara tırmanamazsınız… Kendilerine tabii insanlardır onlar. Sevinçlerini fark edemezsiniz, üzüntülerini sizlerle paylaşmazlar! Sessiz ve sakin insanlardır onlar. Sükunetleri; terk edilmiş bir Rum evinin ahşap duvarları gibi, efsunlu-gizemlidir. Sanki tarihi adımlarında taşırlar! Hayatı milim milim yaşar bu insanlar. Günlük ihtiyaç olduğu kadar konuşur; ortalarda görünmeleri gerektiği kadar görünürler. Siz onlara ulaşamazsınız, onlar size ulaşır… Yüreklerini, yalçın kayaların doruğundaki kar tepelerine benzetirim ben hep bu insanların. Kar, güneşin kendisinden ö

Bir Türküdür Direniş

Resim
  Roman; göçle birlikte kültürlerin de taşındığı, Anadolu kasabası havasındaki bir İstanbul semtinde geçiyor bahçelerle çevrili gecekondularda, tertemiz yüreklerinde uzun boylu hayaller yetiştiren yoksul halk yığınlarının buluştuğu bir semtte...Hala çocuk yürekli bir 78'linin, İlyas Zeki Kutlu'nun Türkü'sü bu...Yazarken o günleri an be an tekrar yaşamış Kutlu. O günlere ait hala öfkeleri ve sevinçleri var. Davasına küsüp ; “beceremedik, bizi anlamadılar” demeyen, o heyecanı aynı ilk gençlikteki gibi hala yüreğinde taşıyan bir adamın Türkü'sü... Kitabın bir bölümünde hipodromun görünmeyen yüzünü anlatıyor Kutlu. Atların sidik kokusuna mahkum, atlarla birlikte yaşayan seyisleri anlatıyor. Hipodromun mimarisini okuyucu gözünde canlandırırken; sanki eski Roma’da, bir arenanın içinde hissediyor kendisini. Onca yer varken o koskoca sahada, kendi bindiği atlarla birlikte yatması için seyislere reva görülen yapılarla, zincire bağlı gladyatörlerin arasındaki farkı anlamaya çalış

UTANÇ

Resim
  Tüm bedenindeki zarafeti yerden kesilmiş ayaklarından akıyordu sanki toprağa. Bıçaklanmış bir söğüt dalı gibi solmaya yüz tutmuş yüzünde, asil bir güzellik vardı her şeye karşın. Yüzünün iki yanına dökülen kömür karası saçları meydan okur gibiydi kaderine. Boynundan kirişe uzanan ip, kara saçlarının uzantısı gibi kararmış, utanmıştı sanki gördüğü işlevden.  Baharın tüm çiçeklerini üzerinde toplayan elbisesinin, kollarından uzanan ellerine kara bir kına yakmıştı son olarak.  İpi kesip yere indiren doktora fısıldadı ölü beden, “çok sevmiştim, çok! …” Dizleri üzerine çökmüş, sessiz sessiz ağlıyordu ana!… Sırtını duvara dayamış, başı elleri arasında susuyordu baba… Uzun uzun baktı kucağında ki ölü bedene doktor…  Dışarı çıksın herkes dedi asker elinde ki battaniyeyi doktorun önüne sererek.  Saygıyla battaniyeye uzattı zarif bedeni doktor…  Simsiyah saçları iki yanına atıp yüzünün, bir süre daha izledi asil güzelliği. Dışarı çıkıp her defasında söylemekten utandığı ve nefret ettiği o sözü

Şiir dediğin birkaç imge mi?

Resim
  Şiir dediğin birkaç imge mi sıradanlığa dönüşen?  ben senin hiç sıradan olmayışını seviyorum demiştin bir sahil kafeteryasıydı bir yaz akşamıydı ve birlikte yaşlanmaktı düşlediğimiz…  Bu halimi görseydin…  Saçma bir dünyaya açılan pencerenin önünde durmuş şiirlerimi pazarlamaya çalışıyorum karşımdaki edebiyatı kurduğu birkaç cümleden sayan, bir az gelişmiş bense sıradan insanlar gibi yaşayamayacak kadar korkak yazdıklarının arkasına gizlenmiş bir yaşam suçlusu Şiirlerimden bahsediyorum yazıyorum diyorum yazıya bağımlı yerlerimden nefret ederek kalite-kalite, sınıf-sınıf ayrıştırılırken yazdıklarım iyi beslenmiş Neandertal yazı tüccarının ellerinde.  yazıyorum diyorum…  gözlerimde öfke, dudaklarımda titreme…  Şizofrenik bir sevda imgelerle aramda  uzun soluklu cümleler kurup soluksuz şiirler yazıyorum  Sylvia plath a âşık oluyorum soluk soluğa Nilgün Marmara ya Virginia wolff a Ve madame Bovary’e…  Edebiyat dediği

Zühal yıldızı

Resim
“Hoş geldin.” dedi çocuk, “Geçmiş olsun.”.  “Hoş bulduk” dedi adam, “Nerelisin?” Memleketini söyledi çocuk, aynı ilçedendiler, “Ben de oralıyım” dedi adam. “Kimsin, kimlerdensin?” Kim olduğunu söyledi çocuk, kimlerden olduğunu. O zaman elindeki eşyaları bırakıp, dikkatle baktı çocuğa adam, bir Zühal yıldızı parladı kafasında. Yıllardır göklerde dolanan ve yıllar öncesine ait bir Zühal yıldızı… Sanki bir anda hazırlıksız yakalayıvermişti o yıldız adamı, bir taş meclisinde beton yığınları arasında… Uzun zamandır göklerde, uzaklarda; sakin sakin salınan yıldız, bir anda top mermisi gibi düşüvermişti zindanın orta yerine. İyice baktı çocuğa adam, dünyanın en saf ve berrak gözleri vardı çocukta, ruhu görünüyordu. Zühal yıldızı gibi uzak ve berrak. Bu lanet zindanda ne işi vardı bu çocuğun?  “Zühal?” Dedi adam, “Halam.” dedi çocuk. Ağzından çıkan her kelimeyle yüzü daha masum bir hal alıyordu. “Çocukluk arkadaşım.” dedi adam. “Mutlu mu?”. Evlenip ayrıldığını ve bir ilköğretimde müdür muavini

Derin Nil

Resim
  Sen Bach dinliyordun Antuan kilisesinde Ben Hatırlamaya çalışıyordum müziği İçerde…   Su. Belki yağmur belki kış Kuş Belki yalnızca iz Kuş ölür diyor ya füruğ Geriye kalan yalnızca iz, Oysa burada her şey mahsus mahal…   Kafamı kaldırıp göğe Görmek istedim Nihavendi ölü bir kuş resmi Geriye kalan yalnızca, Kanatların kırık dansı İz…   Mahsus mahalde her şey biraz buruk Kırık Akneli   Burada en büyük hediye Bulutlara çizilmiş kuşların uçuşu Saatlerin dakikaların akışı Burada en büyük hediye Bach dinleyebilmek bir gazete kupüründen Yağmurun sesinden Mazgalın gürültüsünden    Burada en büyük hediye Unutabilmek sıradan şeyleri Bulutlara çizemediklerimizi Halil Çamay (Üvercinka dergisi 2020 nisan sayısından)